28 Şubat 2010 Pazar

Geçen Hafta Ne Yaptığımı Biliyorum( Daha Alzheimer'a çok var)

Geçen haftayı Türkiye dışında geçirdim. Saatleriyle ünlü bir Avrupa ülkesinde idim. Haliyle yeni bir saat edindim. Pahalı olmayanlarından tabii. Bir de güneş gözlüğü aldım. Güneş gözlüklerine zaafım var galiba. Bulunduğumuz yer etrafı karlı dağlarla çevrili, oksijeni bol, sessiz Interlaken kasabasıydı. Bana 19.yüzyılda aristokratların yazın dağ havası almaya, sinirsel rahatsızlıklarını dindirmek için geldikleri bir yer izlenimini verdi. Burada bulunan en eski otellerden Hotel Interlaken'de yazar Lord Byron kalmış. Tabii Byron'ın kaldığı günlerden bu yana çok şey değişmiş. Bugün yarı çıplak garsonların servis yaptığı Hooters bile var. Interlaken'den trenle kayak pistlerine ulaşabiliyorsunuz, yüzlerce kilometrelik pistler var. Kayak dışında yamaç paraşütü de yapılabiliyor. Yamaç paraşütü yapmak istiyordum ama sonunda biraz daha bekleyip yazın denemeye karar verdim. 1 hafta boyunca sessizlik, temiz hava, kaba İsviçreli restoran çalışanları ve mükemmel dağ manzaralarından sonra yurda döndüğümde keyfim yerindeydi. Bavullarımızdan birinin patlanış olması bile canımı sıkmadı, hatta bunu komik bile bulabildim. Doğaya yakın hayat da bir yere kadar, işte beton cangıla geri döndük.

10 Şubat 2010 Çarşamba

İstanbul'un Sinemaları

Ah bir zamanlar ne güzel bir şehirdi İstanbul diyerek başlamak istiyorum. Çok değil, daha 2 yıl öncesine kadar İstanbul'da alışveriş merkezlerinde olmayan, zincir sinema salonlarından olmayan film gösteren yerler varmış. Yaaa ne kadar enteresan değil mi?
Mesela Ortaköy'de Feriye Sineması var idi, Kadıköy'de Broadway vardı, Nişantaşı'nda Reasürans Çarşı'sındaki sinema vardı. Bugün üçü de yok. Ne diyelim sağlık olsun.

İstanbul

İstanbul bir zamanlar bayağı güzel bir şehirmiş. Bu cümlede 'bir zamanlar' ve 'şehir' dikkati çekiyor. Oysa bugün ne şehir demek mümkün, ne de güzel. Tamam, İstanbul Boğazı dünyanın hiçbir yerinde yok(aslında bir benzeri Japonya'da bir kentte varmış İstanbul'la kardeş şehirmiş) ama Boğaz dışında İstanbul'u güzel kılan çok az şey vardır. İnsanların ay ben İStanbul aşığıyım, şöyle seviyorum böyle delisiyim demelerini bir türlü anlamıyorum. Şimdi aklıma geldi Boğaz'dan sonra Adalar İstanbul'un ikinci en güzel yeri bence.
Bugün aşırı kalabalık nüfus, çarpık yapılar, trafik, kaldırımları işgal eden araçlar, delik deşik yollar, vs.vs İstanbul'u bir megaköy görünümüne sokuyor. İnsan manzaralarını düşünürsek; birisinin kolunuza çarpmasına rağmen hiç bir şey yokmuş gibi yürüyüp gitmesi, sıra beklerken sürekli birilerinin öne geçme çabaları, kapı tutma nezaketini gösteren insan sayısının binde 1'e düşmüş olması, genel olarak kabalık ve kabadayılığın hoşgörülmesi hatta körüklenmesi...Tüm bunlar sayesinde İstanbul'u her geçen gün daha çok seviyorum..

5 Şubat 2010 Cuma

Hizmet Yarışı

Bu hizmet kelimesine bayılıyorum. Her yerde karşımıza çıkıyor. Yeni açılan bir restoran için 'Yakında Hizmetinizdeyiz', 'Belediye'lerin Hizmet Yarışı', 'Hizmet Ekonomisi' Bu sonuncu belki doğru bir tercüme olmadı ama service economy denen bu olgu günümüz ekonomisini tanımlamak için kullanılınca doğru bir terim. Çünkü günümüzdeki bütün işler hizmet üzerine. herkes birbirine hizmet etme yarışı içinde. Sanayi üretimi azalıyor, tarım yokoluyor, hayvancılık desen bitmiş, varsa yoksa hizmet; finansal hizmetler, aracılık hizmetleri, sigorta hizmeti, vs.vs. Sadece hizmet sunan ve o hizmetten yararlanan yani tüketen bireyler...
tüm bunlar çok mu kötü değil aslında ama kayda değer birşey üretmeden sadece tüketmek insanda kendine saygı aşınması oluşmasına yol açıyor..