6 Kasım 2010 Cumartesi

Bilimkurgu Hikayesi

Gökyüzü Sığınağı

John 155'nci kattaki kondosundan dışarıya baktı. Hava açıktı, robotik martılar acayip sesleriyle döne döne uçuyorlardı. Gri renkteki bu martıya benzeyen yaratıklar robotlarla martıların gen transferi deneyi sonucu meydana gelmiş garip mahlukatlardı. John, olağanüstü genişlikteki terasa çıktı. Burası sadece kendisine ait bir çatı katıydı. Çatı katıyla gurur duyuyordu. Burada çeşit çeşit bitkiler, nadir çiçekler ve hatta küçük bir ağaç topluluğu yaratmıştı. Şehrin orta yerinde bir orman. Betonarme gri binaların ortasında yeşil bir vaha. İşi o dereceye vardırmıştı ki çiftçilikle bile uğraşıyordu. Temel besin gereksinimlerini yetiştirdiği bir tarlası vardı. Süpermarketlerde satılan meyve sebzenin yiyecekten çok işlenmiş kimyasallar olduğuna inandığı için bu işe girişmişti. İnsanlar o besinleri nasıl satın alabiliyorlardı hala? Aklı almıyordu. Çatının öbür köşesinde şehir inşa edilmeden önce burada yaşamakta olan ormandan gizlice aldığı bir bölüm duruyordu. Yasadışı birşeydi bu yaptığı. Ama John, bazı ayrıcalıklara sahip birisiydi. Uzun servi ağaçları, çamlar, palmiyeler...olağanüstü çeşitlilikte, çok canlı ve güzel görünümlü bir ormandı burası. Kimbilir yüzyıllar önce şehir kurulmadan önce buradaki orman ne kadar güzeldi. Şimdiyse bu ormanın bölük pörçük parçalarını John gibi birkaç şanslı insan satın almış, şehrin geri kalanı bu güzelliklerden mahrum bırakılmıştı. Çünkü artık orman şehrin altında tanınmaz bir haldeydi, burada bir orman bulunduğunu yeni kuşaklar bilmiyor, eskiler unutmaya başlıyorlardı bile. Zaten onları ilgilendirmiyordu bu tür şeyler. John köklü bir aileye mensup, kuşaklardan beri sanayicilikle uğraşmış bir soydan geliyordu. Ataları şehrin kurulmasında öncü rol oynamışlar, şimdilerde de John'un ailesi ellerindeki maden ocakları ve tersanelerle ekonomik hayatın vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaktaydılar. John ailesiyle ve geçmişiyle gurur duyuyor, işlerine dört elle sarılıyordu. Aşırı çalışmasından arta kalan zamanlarda terasında rahatlıyor, huzur buluyordu. Çiçeklerine sevecenlikle baktı. Dünyanın ve yakın yıldızların en nadide türleri elinin altındaydı. Görüntüleri John'u sakinleştiriyor, iş yaşamının yıkıcı sertliğini unutmasını sağlıyordu. Bu gizli bahçeden haberi olan yalnızca birkaç kişi vardı; iş ortağı ve çocukluk arkadaşı Weismüller, ailesinin yakın birkaç üyesi ve sevgilisi. Tüm bunlara sahip olmak ona bir servete malolmuştu. Yıllardır kurduğu hayali adım adım gerçekleştirmiş, şehirde artık yokolan yeşili ve doğayı kendi evine getirmişti. Terasa çıkış sadece John'un kondosundan direkt olarak yapılabiliyordu, başka çıkış yolu yoktu. Anahtarıysa kendisinden başka bir tek Weismüller'e vermişti. John, dostuna işte bu kadar güven duyardı.

Ertesi gün John, Weismüller ile ofisinde buluşacaktı. Ortağı ona madenlerle ilgili çok önemli bir konuda konuşmaları gerektiğini söylemişti. Telefonda Weismüller'in sesi kontrollü bir heyecan taşıyordu, John hayli meraklanmıştı. Weismüller'in ofisi şehrin en yüksek binalarından birinde 255'nci kattaydı. Burası da bir teras katıydı. Ancak Weismüller John gibi doğaya ilgi duymazdı. John'un yarattığı doğal ortamı takdir eder görünür fakat içinden bu işin saçma olduğunu düşünürdü. Helikopteriyle indiği terastan geniş salona adım atan John, ortağının devasa çalışma masasının karşısındaki siyah deri kanepeye teklifsizce oturdu. İki dostun arasında bir resmiyet yoktu, ne de olsa iş ortağı olmalarından daha önemlisi çocukluktan beri en iyi dosttular. Weismüller iri yapılı, sarışın, güler yüzlü, ilk bakışta biraz kaba saba sanılabilecek bir adamdı. John'a göre daha cüsseliydi. Ayağa kalkıp elini sıkmak üzere John'a uzattı. El sıkıştılar. John dikkatle dostunun söyleceklerini bekliyor, onun yüzüne bakıyordu. Bu beklentinin farkına varan Weismüller biraz durakladıktan sonra geniş gülümsemesiyle konuşmaya başladı.
'Altın bulduk dostum, talih kuşu başımıza kondu.' John anlamamıştı, ilgisizce sordu:
'Bizim işimiz bu zaten, altın bulmak. Bana önemli bir haber vereceğini sanıyordum.
Weismüller geniş gülümsemesini bozmadan, biraz daha sırıtkan bir ifadeyle ' Sonuna kadar dinlemedin. Mühendisler bana madenlerin çok daha fazla değer yaratacağı bir gelişmeden bahsettiler. Şimdi beni dikkatle dinle. Dediklerine göre Eski Orman'daki şu ağaçların yapraklarından elde edilen bir tür kimyasal bileşim... adı MKİM3033 gibi bişeymiş.. Bu bileşim sayesinde madenden daha fazla verim sağlamak mümkün olacak. Bölgenin en zengin altın madenlerine sahip olacağız! Düşünsene!! Bu ağaçlardan senin özel koleksiyonunda vardı değil mi? Onları bize vermelisin. Madenlerin geleceği için hayati önemde bu! Bunun sayesinde daha derine inmek, daha fazla kaynağa ulaşmak mümkün olacak. Derinlerde ne biçim cevherler var, biliyor musun? Yıllardır başarmaya çalıştığımız iş sonunda gerçeğe dönüşecek!
John düşünüyordu. Daha derine inmek daha fazla güvenlik riski, maliyet ve zaman demekti. Binbir çabayla kurmuş olduğu ormanını feda etmesi gerekiyordu. Bunu yapamazdı. Ama öte yandan madenlerin geleceği ve işlerinin olağanüstü bir ivme kazanması bu bileşime bağlıydı.Derin bir çelişki yaşıyordu. Sonunda kararını verdi. Ormanı feda etmeyecekti. İşleri yeterince iyi gidiyordu. Daha fazla kazanç uğruna kendisi için bu kadar önem arzeden bir hazinenin yokolmasına göz yumamazdı. Kararını Weismüller'e açıkladı. Ortağı hayalkırıklığına uğramıştı ve öfkeli görünüyordu. Bir an delici bakışlarla John'u süzdü.
'Yanlış yapıyorsun, dostum. Geleceğimizi mahvediyorsun.'
Yine de John kararından dönmedi. Ayrıldıklarında Weismüller sakinleşmiş, konuyu aklından uzaklaştırmış gibi gözüküyordu. Neşeli ve gülümseyen rahat haline geri dönmüştü.

Birkaç gün konuşmadılar. John, Weismüller'in kendisine kırgın belki de kızgın olabileceğini düşünüyordu. Dostunun bu tür sessizliklerine alışıktı. Aralarında bir anlaşmazlık olduğunda birkaç gün bekler, sonra elinde bir içki şişeşiyle kapısında olurdu. Herşeyi unutup barışırlardı. Bu sefer sessizliği uzun sürmüştü. John belki de şehir dışında olduğundan beni aramıyor diye düşündü.
Terasında oturuyor, ağaçların ve çiçeklerinin büyümesini seyrediyordu. Tepesinde uçmakta olan helikopterlerin gürültüsü dikkatini çekmişti. Yukarı baktığında devriye gezen polis helikopterlerini gördü. Sıkı devriye denetimleri şehri tepeden gözetlemek için kullanılıyordu. Herhangi bir sokaktaki suç olayını, kaçakları izlemek böylece mümkün oluyordu. John helikopterlerden birinin terasına doğru gelmekte olduğunu ayrımsadı. Helikopterin inmeye karar verdiği anlaşılıyordu. Soğukkanlılığını koruyarak gözleriyle helikopteri izlemeye devam etti. İnen helikopterden çıkan iki polis memuru kendisine doğru yürümeye başladılar. Gelip karşısında durdular. Kimliklerini gösterip isimlerini söylediler. John bu cesarete şaşırmıştı. Bu insanların onunla ne işi olabilirdi ki? O, toplumun saygın bir üyesi, örnek alınan ve hayranlık duyulan bir kimseydi. Daha sonra onu çok şaşırtan şu cümleyi duydu. ' Bay Stein, burada yasadışı bir faaliyette bulunulduğu ihbarını aldık. Şurada duran ağaçların Eski Orman'a ait olduğu doğru mu?
'Evet bu doğru, onları yıllar önce korumak amacıyla buraya aldım. Bunun bir suç olduğunu sanmıyorum.'
'Eski Orman'a ait herhangi bir parçanın özel kişilerce saklanması bir suç teşkil eder. Tüm bu ağaçların devlete ait olduğunu bilmiyor musunuz? Bizimle merkeze gelmenizi rica edeceğim. Ağaçlara da el koymak zorundayız.'
John duraksadı. Bu ağaçlardan haberi olan sadece bir iki kişi vardı. Onu kim ihbar etmiş olabilirdi? Tabii ya, Weismüller! Bunu ondan hiç beklemezdim. Nasıl yapabildi bunu bana?

Emniyet Müdürlüğü şehrin en kalabalık, sevimsiz semtlerinden birindeydi. John bu bölgeye hiç gelmezdi. Bu insanları küçümsüyordu. Sorgulaması devam ederken soğuk, kayıtsız bir tavır takındı. Kendisine zarar gelmeyeceğini düşünüyordu. İçinden Weismüller'e kızıyordu. Demek bunca yıllık dostlukları iş konusunda ayrı düşmeleri sonucu bozulacaktı. Buna hiç ihtimal vermezdi. Çok kırılmış ve incinmişti John. Tabii ki bunları emniyet müdürlüğü'nde belli etmedi. Bazı önemsiz sorulardan sonra John'u evine bıraktılar. Tüm bunların prosedür olduğu belliydi. Belki de Weismüller Emniyet'tekilerle anlaşmıştı. Yasadışı bir faaliyetin değil ortağına evet dememenin cezasıydı yaşadıkları. Ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. Karşısında çok güçlü bir iş adamı, şehrin emniyet güçleri, belki de tüm otorite kurumları bulunuyordu. Bir dava açması halinde yargıçların da Weismüller tarafından etkilenmeyeceği ne belliydi. Adam sınırsız bir etki alanına sahipti. Gittikçe paranoyakça düşüncelere saplanıyordu. Kendi gücünün de farkındaydı. Weismüller ile bir meydan muharebesine girecek kuvvetteydi. Emniyet Müdürü ağaçlarına el koymak için birkaç gün içinde uzmanların geleceğini, kendisinin de bu süre içinde ev hapsinde tutulacağını söylemişti. Evinin tepesinde polis devriye helikopterleri 24 saat nöbetteydi. Kapana kısılmıştı adeta. Kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. Ailesinden yardım isteyebilirdi. Fakat bunun için fazla gururluydu. Kendi başına açtığı belayı kendisi temizleyebilmeliydi. Geriye tek bir seçenek kalıyordu. Ağaçlarını devlete teslim etmeden şehri terk etmek. Mars'taki çiftliğinde izini bulmaları imkansızdı. Oraya vardığı zaman güvende olacaktı. Bunun üzerine sevgilisi Intel'i aradı. Intel kozmik gezegenler arası bir tur operatörüydü. Yıllardır Mars'a gidip geliyordu. Beraber gitmeleri için şirketin araçlarından birini kaçırmaları gerekecekti. Ağaçlarını bu araca yükleyerek Mars'taki çiftliğe gidecekler, orada yeni baştan bir hayat kuracaklardı. Weismüller ve diğerlerinin canları cehennemeydi. Sonunda Intel'e ulaştı. John son birkaç haftadır çok yoğun çalıştğı için Intel son olaylardan habersizdi. John herşeyi anlattı ve kurduğu planı Intel'e açtı. Sevgilisi bunun çok zor ama yapılamayacak bir iş olmadığını düşünüyordu. Normal bir tura çıkarmış gibi yola çıkacaklar, ağaçları da araçta kimseye görünmeden saklamanın bir yolunu bulacaklardı. Sonunda harekete geçmeye karar verdiler. Turdan bir gece önce ağaçları geniş uzay aracının makine dairesindeki geniş alana yerleştirdiler. Tahmin ettiklerinden kolay olmuştu. Ertesi gün tipik bir Mars haftasonu turu olacaktı. Olağan dışı hiçbir şey yoktu. Sevgilisiyle Mars'ta bir haftasonu. Ertesi gün geldi çattı. John ve Intel yolcularla birlikte gemide yerlerini aldılar. Çok fazla yolcu yoktu. Mars bu mevsimde bir hayli sıcak olduğundan çoğu turist Neptün veya Uranüs'ü tercih ediyordu. Gemi havalandı ve dünyanın kuleleri arkalarında kaldı. Betonarme gri dünyayı bırakarak Mars'ın sıcak kumlarına doğru yola çıktılar. Artık korkacak hiçbir şey yoktu.

15 Ekim 2010 Cuma

Reset'te yayınlanmayan ikinci yazım

Bu yazımı da Reset'e göndermeme rağmen yayınlanmadı. Artık göndermem bişey.
Play Time, Jacques Tati

'Playtime' Fransız yönetmen Jacques Tati'nin 1967'de yönettiği deneysel bir film. Tati, o günlerde Paris'te hiçbir sinemanın gösteremediği 70 mm'de çekilmiş filmi ile farklı bir sinema anlayışının öncüsü olur. Filmin klasik bir hikayesi yoktur. Bir kahraman da yoktur. Klasik anlamda diyalog bile yok denecek kadar azdır. Paris'te havaalanından şirket ofislerinin binalarına, yeni açılmakta olan şık bir restorandan sıkışık şehir trafiğine dolaştırır kamerasını yönetmen. Filmin öyküsünü modern mimariyle yapılmış binalar, şehir hayatının vazgeçilmez öğesi otomobiller, burjuvazinin devam ettiği restoranlardaki insan davranışları( restoran çalışanları ve müşteriler arasındaki komik anlaşmazlıklar vs..) oluşturur. Havalimanı ve ofis binalarında soğuk ve kişisellikten uzak mobilyalar(belki de insanlar) orada yabancı olanları sersemletir. Mösyö Hulot(Tati'nin kendisi) böyle bir yabancıdır ve bir iş görüşmesi için Paris'tedir. Hulot'nun bulunduğu ortamda yabancı olduğu sadece kıyafetlerinden bile anlaşılabilmektedir. Renkli çizgili çorapları, bugünlerde moda olan bileklerin biraz üzerinde biten pantolonlar, yana kaykılmış fötr şapkasıyla Hulot Paris'te yolunu şaşırmış bir Charlie Chaplin'i andırır.
Tati'nin modern, devasa binalar(ofisler ve hükümet binaları) aracılığıyla 'modernizm'i eleştirmek istediği, modern hayatın yapaylığını güldürü yoluyla seyirciye hissettirdiğini düşünmek çok yanlış olmayacaktır. Filmde Paris'le özdeşleşmiş yapılar, Eyfel Kulesi veya Sacre Coeur sadece cam kapıların yansımasında görünür. Yönetmenin amacı bize turistik Paris'i göstermek değildir, modern şehri izleriz. Hatta arasıra izlediğimiz turizm ofisinde diğer modern şehirlerin ilanları asılıdır: Madrid, New York, Stockholm... Hepsi aynı binanın fotoğrafıdır, sadece şehir ismi değişir. Çekimler 4 yılda tamamlanır. Playtime o güne kadar çekilen en pahalı Fransız filmi olur. Öyle ki, gişede yeterli gelir sağlayamayınca Tati iflas eder, tüm filmlerinin haklarını satmak zorunda kalır. Ödüller bakımından da şanslı olduğu söylenemez. Sadece 1969'da Danimarka'da verilen Bodil Ödülleri'nde 'En iyi Avrupa Filmi' ödülüne layık görülür. Tati,bir sonraki ve son filmini ancak 1971'de çekebilecektir. Öyle görünüyor ki, Tati'yi anlamak ve filmlerinin değerini kavramak çok kişinin becerebildiği bir şey değil. Ne acı ki modern sinemanın dahilerinden biri hakettiği başarı ve övgüyü çoğu gerçek sanatçıda olduğu gibi ölümünden sonra kazanacaktır.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Müzik ile ilgili yazı

Reset Magazine'e gönderdiğim yazım çeşitli nedenlerle yayınlanmadı. Galiba para vericekmisiniz diye sorduğumdan olacak. Ben de burda yayınlıyım bari.

Son Dakika Haberi

Queens of the Stone Age yıllardır canlı izlemek istediğim grupların başında geliyordu. Dün gece itibarıyla bu emelime ulaşmış bulunuyorum. Hem de müthiş bir rastlantı sonucu. Dün akşam(24 Ağustos) saat yedi sularında bir seminer için bulunduğum Berlin’de kaldığım ögrenci evinde Alman oda arkadaşımın laptopunda last.fm’e bakıyordum. Bir de baktım ki saat 7’de Queens of the Stone Age bizim bulunduğumuz yere uzak olmayan bir mekanda çalıyor. Uzun süredir bir konser için bu kadar heyecanlanmamıştım. Alman arkadaş hala “do you know zii zickit prayz” falan sayıklarken 10 dakika içinde çıktım ve trene atlayarak konser mekanına vardım. Alana Spree nehri üzerindeki köprüden geçerek gerçek bir kale kapısından giriliyordu. Zitadelle Spandau meğer Avrupa’nın rönesans döneminde yapılan ve bugüne kadar en iyi korunmuş kalelerinden biriymiş.

İçeri girdiğimde konser henüz başlamıştı. Dışarıdayken “Monsters in the Parasol”u duyabiliyordum. Etraf öyle kalabalıktı ki önlere doğru ilerlemeye çalışmama rağmen sahnenin yaklaşık 500 metre uzağında durmak zorunda kaldım. eh napalim diyerek arada sahneyi görmek için zıplamak suretiyle grubu izlemeye başladım. Bir süredir Midnight Vultures ile çalmakta olan solist Josh Homme eski grubunu özlediğini açıklıyor, şarkı aralarında seyirciyle konuşuyor, hatta güvenlik görevlilerinden arkadaşının sırtına çıkan izleyicilere müdahele etmemelerini rica ediyordu Tüm grup elemanları beraber çalmaktan memnun, uyum içinde görünüyorlardı. Çalınan şarkılar listesi şöyle:(sırasız) “ Burn the Witch”, “ Long Slow Goodbye”, “Hanging Tree”, “ Go with the Flow”, “ No One Knows”, “ Little Sister”, “ Tangled up in Plaid”.

Konser bittiğinde başlangıcı kaçırdığıma üzgün ama yine de bu güzel sürprizden dolayı mutlu bir şekilde Zitadelle Spandau’dan ayrıldım. Metroya binmek üzere merdivenleri inerken, üstünde Rated R albümünün kapağı basılı tişörtlerden almak için bir dahaki konseri beklemek gerek, diyordum kendi kendime.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Burger Mania

Düşündüm düşündüm ve sonunda ilginç bir duruma parmak basmaya karar verdim: İstanbul'da son zamanlarda pıtrak gibi açılan burgercileri ele alacağım. Şehrin birçok noktasında bu tip yerlere rastlanıyor. Gördüğüm kadarıyla çok rağbet görüyorlar. Et yemeye karşı değilim ama hiç vejeteryan lokantası bulunmazken bu kadar çok burgercinin olması düşündürücü. Bir düşünün, İstanbul'da kaç tane sadece vejeteryan yemeği yenen yer var? İki, üç?
Peki burgerci kaç ayrı restoran var? Aklıma üç isim geldi bile. Oysa vejeteryan restoran ismi aklıma gelmiyor. Biraz boş bir yazı oldu ama bu sıcakta elimden bu kadarı geliyor.

1 Ağustos 2010 Pazar

Blogging

Şunu yazıyım diye düşünüyorum ve sonra bilgisayarın başına geçince o şeyin ne olduğunu unutuyorum. En iyisi aklına bir fikir geldiğinde hemen bir yere not almak. Scott Fitzgerald da öyle yaparmış.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Gazetecilik Mesleği Üzerine

Bugün Yeni Harman dergisinde köşe yazarı Selahattin Duman'la yapılan söyleşiyi okuyordum. Duman açık açık Türkiye'de gazetecilik yapılamıyor, yaptırılmıyor diyor. İsim vermeden de bedava kömür dağıtımının hava kirliliği yarattığını yazan gazetenin sahibinin kürsülerden azarlandığını söylüyor. Yani hiçbir medya kuruluşu siyasi iktidarla ters düşmek istemiyor. Korkuyor veya işine gelmiyor. Bu nedenle de gazetecilik anlamsız ve değersiz, amacından uzaklaşıp saçma sapan bir işe dönüşüyor ve insanlar heyecanlarını kaybediyorlar.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Tüm Zamanların En iyi On Şarkısı(Değişebilen Liste)

Dün akşam DJ Mabbas'ın en iyi 40 erkeg vokal listesinden hareketle gecenin bir yarısı uykumun kaçmasını müteakipen tüm zamanların en iyi 10 şarkısı listesi yaptım. Bu liste değişebilir bir listedir.
1) Joy Division-Isolation
2) Suede-Trash
3) Leonard Cohen-Hey, That's No Way To Say Goodbye
4) Lou Reed-Satellite of Love
5) David Bowie-Rebel Rebel
6) Iggy Pop-Lust for Life
7) Patti Smith-Redondo Beach
8) Ramones-I Wanna be Sedated veya Sheena is a Punk Rocker
9) The Who-My Generation
10) The Beach Boys- Fun,Fun,Fun

11 Temmuz 2010 Pazar

Deviant Art

Bugünlerde Deviant Art'a sardırmış bulunuyorum. Fotoğraf üstüne fotoğraf yüklüyorum. İyi de oluyor. Yalnız fotoları gruba göndermek nasıl oluyo onu anlamadım..

4 Haziran 2010 Cuma

Şehir Hatları Düzenlemesi

İstanbul gelişiyor, Türkiye ilerliyor.
Son yıllarda şehrimizde gerçekleşen birkaç küçük değişikliğe dikkat çekmek istiyorum. Her nedense bunlar basında yer almadı. En azından ben görmedim. Birincisi Maslak Parkorman konusu. Parkorman'da yıllarca güzel açıkhava festivalleri düzenlenirken bir iki yıldır burada hiçbir etkinlik yapılmıyor. Çünkü önce Parkorman'ın karşısında inşa edilen 'Acıbadem' Hastanesi, sonra da Parkorman'ın Fatih Park Orman olarak adının değiştirilmesiyle bambaşka bir kimliğe büründüğünü sanıyorum. Bu adamların da herbiyere Fatih ismini uygun görmeleri Fatih Sultan Mehmet'e karşı sağlıklı olmayan bir hayranlığa işaret ediyor olabilir.
İkinci serzenişim ada vapurlarının tedavülden kaldırılmasıyla ilgili. Bostancı İskelesi'nden Adalar'a giden vapurlar artık yok. Mavi Marmara firmasının motorlarıyla ulaşım yapılıyor. Adalara giden tek vapur Kabataş'tan geliyor. Mavi Marmara motorları ne kadar güvenli? Kalabalık günlerde ağzına kadar dolan bu motorları denetleme yetkisi kimde ve hangi sıklıkta denetleniyor? İlerde bir de bu Mavi Marmara'lardan birinin seyir esnasında battığını duyarsam hiç şaşırmam doğrusu...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Madencilik üzerine

Son günlerde madencilik konusu gazetelerde bir hayli yer buluyor en son patlama sebebiyle. Bu Türkiye sınırları içinde son bir yıldaki üçüncü büyük maden kazası. Bugün yine gazetede uzun süredir tartışılan Ege Kaz Dağları'ndaki maden arama çalışmaları konusunda önemli bir gelişme vardı. Radikal'deki habere göre 80 şirket çoğunluğu zeytinlik ve orman alanı olan bu bölgede altın aramak için resmi kurumlardan izin aldılar. Habere göre altın arama faaliyetleri zeytinliklerin 3 km uzağında gerçekleştirilecek. Umarım Kaz Dağları'nı mahvetmezler. Yeraltı zenginliklerinin ekonomiye kazandırılması elbette önemli ama doğa mahvedilerek yapılacak bu 'kazanım' uzun vadede insanlığın aleyhine gelişecektir.
Not: Bir başka günlük neşriyatta altın madenleriyle zeytinlikler arasındaki mesafe 1.5 kilometre olarak yazılmış.

25 Mayıs 2010 Salı

İlgiiinç!!

"Bir şirketin gizli finansal bilgilerine erişimi olan kişilerin bu bilgileri borsada kullanması" olarak çevrilebilecek 'Insider Trading' denen şeyin ABD Kongresi üyeleri için tümüyle yasal olduğunu biliyor muydunuz?
Evet, doğru duydunuz. Yasaları yapanlar tüm diğer insanlar için yasadışı olan bir faaliyeti gönül rahatlığıyla icra edebiliyorlar. Hatta senatörlerin borsada normal vatandaştan daha fazla kazandığını belgeleyen bilimsel bir araştırma da mevcut. Bu haberi edindiğim site(http://theeconomiccollapseblog.com/) haberi University of California'da ders veren şirketler hukuku profesörü Stephen M.Bainbridge'in blogundan almış.

21 Mayıs 2010 Cuma

Balıkların soyu tükeniyor

Birleşmiş Milletler Çevre Programı'nın hazırladığı rapora göre 2050'de dünya okyanus ve denizlerinde balık kalmayabilir. Aşırı avlanma ve yetersiz denetimler sorunun bu boyuta gelmesinde büyük rol oynuyor. Birleşmiş Milletler 13 milyon balıkçıyı başka işlerde eğitip aşırı avlanma sorunun önüne geçmeyi planlıyor. Buna balıkçılar razı olacak mı bekleyip görüciiz.

Rize Senoz

Rize Senoz'da taş ocağı ve hidroelektrik santrallerinin yapımı sebebiyle bölgedeki vadinin, akarsuların ve yeşil alanların zarar gördüğü, mahkemelerin sürekli olarak yürütmeyi durdurma kararı vermelerine rağmen elektrik santralinin açıldığı bildirildi.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Üçüncü Boğaz Köprüsü

İstanbul'a üçüncü Boğaz köprüsünün yapılacağı güzergah geçen günlerde açıklandı. Böylece köprünün kesin olarak inşa edileceği gibi bir izlenim doğdu. Köprünün yapılması planlanan bölge İstanbul'un en ormanlık alanı, su havzalarının olduğu bölge. Köprü yapıldıktan sonra ne orman kalacak, ne su havzası. Dünyada çevreyi korumanın değeri bu kadar anlaşılmışken Türkiye'de bu derece cahil ve gözünü hırs bürümüş olmak bize özgü bir meziyet heralde.
Asıl sinir bozucu olan da tüm bunların tepeden inmeci bir anlayışla yapılıyor olması. Şehir planlamacıların, mimarların uzmanlığına başvurulmadan yapılan bir proje. Herşeyin en iyisini kendilerinin bildiğini düşünüyorlar herhalde. Bugün İstanbul Belediye Başkanı Topbaş da köprünün orman vasfını kaybetmiş çalılıklar kesilerek yapımına başlanacağını söyledi. Orman vasfını kaybetmesinin nedenini de belirsiz bir biçimde maden arayıcılarının faaliyetlerine bağladı. Ormanları korumak kimin asli görevi acaba merak ediyorum..

13 Nisan 2010 Salı

Hasankeyf elden gidiyor

Güneydoğu Anadolu'da Hasankeyf antik şehri üzerine yapılması planlanan Ilısu Barajı birçok insan tarafından protesto edilmişti. Barajın bölgede çevresel ve sosyal problemler yaratacağı yazıldı. Dünyada da böyle devasa barajların getirileriyle götürüleri ciddi şekilde tartışılıyor ve götürünün daha fazla olduğu görüşü ağırlık kazanıyor. Projeyi finanse edecek Avrupalı bankalar protestolar sonucu işten vazgeçmişti. Şimdiyse aralarında Garanti Bankası ve Akbank'ın bulunduğu üç 'yerli' banka bu projeyi finanse edecek. Bu bankalar da kaynakları Çin finans çevrelerinden edinmiş. Herhalde Çinli bir iş adamı cebinden çıkarıp vermedi, bana kalırsa Çin hükümetiyle bağlantılı bir fon olması kuvvetle muhtemel. Medyada doğal olarak yer bulamayan haber internet üzerinden yayılıyor.

8 Nisan 2010 Perşembe

Çoruh nehri'nde rafting yapılamayacak

Karadeniz Bölgesi'nde yapılması planlanan hidroelektrik santralları nedeniyle yıllardır rafting turizmiyle bilinegelen Çoruh nehri'nde bu spor tarihe karışacak. Artık rafting yapmak isteyen Antalya taraflarına gidecek. Hidroelektrik santralların bölgede orman kıyımına yol açtığı, bölge halkının bu santralleri istemediği de biliniyor. Belki insanlar bu santraller konusunda tam bilgi sahibi değiller ama görünen köy kılavuz istemiyor. İnsanların günlük ihtiyaçları ve tarımsal ve diğer faaliyetler için kullandıkları su, baraj yapımı nedeniyle akmaz hale gelecek ve bu insanları aç kalmamak için büyük kentlere göçe zorlayacak. Ve şehir kıyısındaki yeni yoksullara katılacaklar. Neyseki hükümet yardım paketleriyle gönülleri alır inşallah. Haydi hayırlısı maşallah.

6 Nisan 2010 Salı

İş Bankası Konutları vs vs

Kadıköy Cemil Topuzlu Caddesi üzerindeki İş Bankası Blokları'nın F,E ve D blok ortasında yer alan havuz, ağaçlık alan, oturma bölgesi yokolmak üzere. Çünkü TİBAŞ Vakfı burada bir bina dikmek istiyor. Migros ve vakıf yönetimi bu binada yer alacakmış. Daha fazla yeşil alana ihtiyacımız olan bir çağda bulduğu boşluğa bina dikecek İş Bankası yönetimini kutlamaktan kendimi alamıyorum.

1 Nisan 2010 Perşembe

Nestle Kit Kat ve Endonezya yağmur ormanları

Nestle'nin Endonezya'dan satın aldığı palmiye yağı için ormanların yokedildiğini geçen hafta nette okumuştum. Greenpeace Türkiye de duruma uyanmış ve Nestle'ye email kampanyası başlatmış. Türkçe emaili gönderdim, protestomu gerçekleştirdim artık NEstle'de çalışan çevirmenler mesajımızı çevirirler heralde. Bu email niye türkçeydi nestle yönetimi türkçeye hakim mi yoksa diye düşünmedim de değil. Artık Kitkat alırken de vicdan azabı duyacağım

Bi de Honey Nut Cheerios diye bir mısır gevreği vardır, Nestle bunları satın almadan Türkiye'de bulunmazdı. 2005 gibi geldi galiba, bu yüzden de Nestle'ye müteşekkir değilim desem yalan olur.

Greenpeace'den gelen email bültenine göre Nestle ormanları yokeden şirketten palmiye yağı almaktan tamamen vageçmiş.

26 Mart 2010 Cuma

Pitbull'un marifetleri

Number One Televizyonu yayınladığı klibin açık saçık olması nedeniyle 250 bin lira para cezası almış. İslami topluma doğru koşar adım gidiliyor gibi sanki.

23 Mart 2010 Salı

Çevre Düzenlemesi Savaşçısı İstanbul Sokakları'nda






Evet sevgili seyirciler bir başka programla yine sizlerle birlikteyiz!
İstanbul Kadıköy Belediyesi sınırları içinde Bağdat Caddesi ve Minibüs caddesi ve ara yollardaki şok görüntüleri anlatmaya dilim varmıyor!

21 Mart 2010 Pazar

Gugguk değil hukuk

Bugün bir hukuk skandalıyla karşınızdayım. İki yıl önce Kalkavan ailesine mensup bir kişi emniyet şeridinde durmakta olan bir aracın sahibine çarparak ölümüne sebep olmuştu. Geçen günlerde gazetede okuduğuma göre 5 yıl civarında ceza alan kişi cezasını çekmedi. Yurtdışına çıkarak ismini değiştirdiği iddia edildi. Ölen kişinin annesi hakkında Kalkavanlar ve Adalet Bakanlığı yetkilileri arasında bir alışveriş olduğunu ima etmesi nedeniyle dava açıldı. Yaa işte böyle.

18 Mart 2010 Perşembe

Çevre Düzenlemesi




Karayollarımız ve kaldırımlarımızın içler acısı halini deşifre etmeyi kendime görev bellemiş bulunuyorum. Fotoğraflar Göztepe Tren İstasyonu'nun karşısındaki yolu ve Minibüs Caddesi Petrol Ofisi'nin hemen yanındaki kaldırımı göstermektedir. Enjoy!

16 Mart 2010 Salı

Büyük utanç parkı




Fırtınayla yerinden olan Karaköy vapur iskelesinden Namlı Market'e doğru yürürken bir park vardır. Daha doğrusu eskiden vardı. Son birkaç yılda o bölgede daha önce araç girmeyen yerlerden her tür aracın geçmesi normal karşılanır oldu. Bir zamanlar park olan yeşillik alan da harabe halinde duruyor. Belediye yetkilileri neden birşey yapmıyor çok merak ediyorum. Fotoğraf da koymak isterdim ama elimde yok, belki çekip yüklerim.

11 Mart 2010 Perşembe

Karikatüriste ibretlik ceza!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın karikatürünü çizen İngiliz'e açılan dava sonucunda iki yıl hapis cezası veya 7800 TL para cezası arasında seçim yapması söylenmiş. Ayrıca davanın hakimi karikatürist Michael Dickinson'ın 5 yıl boyunca Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili karikatür çizmesini yasaklamış. Karikatürde bir köpeğin kafasına Başbakan'ın suratı kondurulmuş. Yanıbaşında George W.Bush köpeğe doğru eğilmiş gösteriliyor. Tabii ki bu karikatür kimsenin hoşuna gitmez. İnsan alınır, kızar vs.vs.vs. Ama yine de hoşgörmek diye birşey var. Eleştiriye tahammül göstermek gerekir. Benzer durumlarda İngiliz siyasetçileri de çizen Dickinson'a verilen bu ceza bence hayli abartılı. İfade özgürlüğü açısından üzüntü verici bir durum...

9 Mart 2010 Salı

LCD Soundsystem Müzik Topluluğu

Bugün bir müzik topluluğundan bahsetmek istiyorum. İsmi LCD Soundsystem. Bildiğim kadarıyla James Murphy adındaki DJ-müzisyen'in projesi. DFA Records plak şirketine bağlılar. DFA da galiba Murphy'e ait ya da ortak falan..
Grubun ilk albümü 2005'te çıkmıştı, buralarda hiç gözüme çarpmadı. Geçen günlerde Kadıköy Akmar'daki Zihni'de ikinci albümü,(Nike için yaptıkları bir albümü saymazsak), aldım. Onu bulmak da biraz zor oldu. Neyse uzun zamandır yeni bir albüm dinlemiyordum. hatta doğru düzgün müzik dinlediğim bile söylenemez ama Sound of Silver'ı(ikinci LCD Soundsystem albümü)beğendiğimi söyleyebilirim. Sonra çıkarıp ilk albüm 'LCD Soundsystem'i dinlemeye başladım. İlk albüm daha güzel diye düşünüyorum. Bu grup sayesinde DJ'lik yapma hevesine kapıldım. (Geçici bişey de olabilir.) Kendim şarkı mixlemek için program ve alet ne gerekiyorsa aramaya başladım. Adını hatırlayamadığım bir programda Happy Mondays'in 24 Hour Party People şarkısının bir bölümünü remixleyip kaydetmiştim ilginç olmuştu. Bakalım şu programları bir tarayalım bakalım.

1 Mart 2010 Pazartesi

Google'dan Korkuyorum

Google ile ilgili bir haberi dile getirmek istiyorum. Bunu yazdıktan sonra belki blogumu kapatırlar ama olsun. Habere göre Google ile NSA(National Security Agency) bir ortaklık tesis etmişler. Bu sayede Google elektronik bilgilerini NSA yardımı ile daha güvenli biçimde saklayacakmış.NSA, Google ağlarına yapılan saldırıları önlemeye yardımcı olacakmış. NSA denen kurum Wikipedia'ya göre ABD dışı iletişim ve işaret bilgilerini topluyor ve analiz ediyor. Berbat bir çeviri olmuş olabilir ama napalım. Aynı günlerde Google, Buzz diye Facebook'taki status update ve twitter gibi bir uygulamaya imza attı. böylece buzz'ı kullanan arkadaşlarımızın ne düşündüklerini, ne yediklerini ve hatta ne giydiklerini öğrenme fırsatına erişiyoruz. Peki acaba NSA bünyesinde görev yapan bünyeler de buraya yazılanlara erişebiliyor mu? Ya da Google Documents'da tuttuğumuz dökümanları okuma fırsatından yararlanıyorlar mı? Ben biraz da paranoyak olduğumdan Google dökümanlarımın birçoğunu sildim. Bu anlaşma ile NSA Google'ın depoladığı bilgileri; ev adresimiz bile var galiba; görüyor mu acep? NSA yetkililerine saygılarımla;

Umut Hanioğlu

28 Şubat 2010 Pazar

Geçen Hafta Ne Yaptığımı Biliyorum( Daha Alzheimer'a çok var)

Geçen haftayı Türkiye dışında geçirdim. Saatleriyle ünlü bir Avrupa ülkesinde idim. Haliyle yeni bir saat edindim. Pahalı olmayanlarından tabii. Bir de güneş gözlüğü aldım. Güneş gözlüklerine zaafım var galiba. Bulunduğumuz yer etrafı karlı dağlarla çevrili, oksijeni bol, sessiz Interlaken kasabasıydı. Bana 19.yüzyılda aristokratların yazın dağ havası almaya, sinirsel rahatsızlıklarını dindirmek için geldikleri bir yer izlenimini verdi. Burada bulunan en eski otellerden Hotel Interlaken'de yazar Lord Byron kalmış. Tabii Byron'ın kaldığı günlerden bu yana çok şey değişmiş. Bugün yarı çıplak garsonların servis yaptığı Hooters bile var. Interlaken'den trenle kayak pistlerine ulaşabiliyorsunuz, yüzlerce kilometrelik pistler var. Kayak dışında yamaç paraşütü de yapılabiliyor. Yamaç paraşütü yapmak istiyordum ama sonunda biraz daha bekleyip yazın denemeye karar verdim. 1 hafta boyunca sessizlik, temiz hava, kaba İsviçreli restoran çalışanları ve mükemmel dağ manzaralarından sonra yurda döndüğümde keyfim yerindeydi. Bavullarımızdan birinin patlanış olması bile canımı sıkmadı, hatta bunu komik bile bulabildim. Doğaya yakın hayat da bir yere kadar, işte beton cangıla geri döndük.

10 Şubat 2010 Çarşamba

İstanbul'un Sinemaları

Ah bir zamanlar ne güzel bir şehirdi İstanbul diyerek başlamak istiyorum. Çok değil, daha 2 yıl öncesine kadar İstanbul'da alışveriş merkezlerinde olmayan, zincir sinema salonlarından olmayan film gösteren yerler varmış. Yaaa ne kadar enteresan değil mi?
Mesela Ortaköy'de Feriye Sineması var idi, Kadıköy'de Broadway vardı, Nişantaşı'nda Reasürans Çarşı'sındaki sinema vardı. Bugün üçü de yok. Ne diyelim sağlık olsun.

İstanbul

İstanbul bir zamanlar bayağı güzel bir şehirmiş. Bu cümlede 'bir zamanlar' ve 'şehir' dikkati çekiyor. Oysa bugün ne şehir demek mümkün, ne de güzel. Tamam, İstanbul Boğazı dünyanın hiçbir yerinde yok(aslında bir benzeri Japonya'da bir kentte varmış İstanbul'la kardeş şehirmiş) ama Boğaz dışında İstanbul'u güzel kılan çok az şey vardır. İnsanların ay ben İStanbul aşığıyım, şöyle seviyorum böyle delisiyim demelerini bir türlü anlamıyorum. Şimdi aklıma geldi Boğaz'dan sonra Adalar İstanbul'un ikinci en güzel yeri bence.
Bugün aşırı kalabalık nüfus, çarpık yapılar, trafik, kaldırımları işgal eden araçlar, delik deşik yollar, vs.vs İstanbul'u bir megaköy görünümüne sokuyor. İnsan manzaralarını düşünürsek; birisinin kolunuza çarpmasına rağmen hiç bir şey yokmuş gibi yürüyüp gitmesi, sıra beklerken sürekli birilerinin öne geçme çabaları, kapı tutma nezaketini gösteren insan sayısının binde 1'e düşmüş olması, genel olarak kabalık ve kabadayılığın hoşgörülmesi hatta körüklenmesi...Tüm bunlar sayesinde İstanbul'u her geçen gün daha çok seviyorum..

5 Şubat 2010 Cuma

Hizmet Yarışı

Bu hizmet kelimesine bayılıyorum. Her yerde karşımıza çıkıyor. Yeni açılan bir restoran için 'Yakında Hizmetinizdeyiz', 'Belediye'lerin Hizmet Yarışı', 'Hizmet Ekonomisi' Bu sonuncu belki doğru bir tercüme olmadı ama service economy denen bu olgu günümüz ekonomisini tanımlamak için kullanılınca doğru bir terim. Çünkü günümüzdeki bütün işler hizmet üzerine. herkes birbirine hizmet etme yarışı içinde. Sanayi üretimi azalıyor, tarım yokoluyor, hayvancılık desen bitmiş, varsa yoksa hizmet; finansal hizmetler, aracılık hizmetleri, sigorta hizmeti, vs.vs. Sadece hizmet sunan ve o hizmetten yararlanan yani tüketen bireyler...
tüm bunlar çok mu kötü değil aslında ama kayda değer birşey üretmeden sadece tüketmek insanda kendine saygı aşınması oluşmasına yol açıyor..

20 Ocak 2010 Çarşamba

Mother Russia

Bugünlerde Rusya ile nükleer santral konusundaki işbirliği gündemde. Rusya'yla ilgili geçenlerde okuduğum bir kitabı paylaşayım dedim ben de. Kitabın yazarı Anna Politkovskaya adlı bir gazeteci. 2006 yılının Aralık ayında Moskova'da öldürülmüştü. Politkovskaya Putin yönetimini eleştiren yazılarıyla tanınıyordu. Kitap gazete yazılarının biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş. Genellikle Rusya'daki güncel siyaseti konu edinen bu yazılar devlet yöneticileri ve siyasetçiler hakkında sert yorumlar içeriyor.
İngilizce yayınlanan 'Russian Diaries' Remzi Kitabevi'nde bulunabilir.

19 Ocak 2010 Salı

Çevre katliamı

Bugün Kadıköy'e doğru minibüs caddesi de olarak bilinen Fahrettin Kerim Gökaltay caddesi'nde yürürken üzücü bir manzara ilen karşılaştım. Bilenler bilir, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nin bulunduğu köşkün yanında bir çay bahçesi var idi. Ağaçlarla çevrili, güzel bir bahçe idi burası. Bugün oradaki ağaçlar kesilmiş, çay bahçesi de otopark olarak hizmete girmişti....

13 Ocak 2010 Çarşamba

Komplo Teorisi 2- H1N1 virüsü

Halk arasında bilinen adıyla domuz gribiyle ilgili tartışmalar şiddeti azalmakla birlikte hala devam ediyor. Son günlerde Avrupa Konseyi sağlık yetkililerinden Wolfgang Wodarg'ın açıklamalarıyla tartışmalar tekrar ateşlenecek gibi. Wodarg dünya sağlık örgütünün 'salgın' ilan etmesinde ve dünya kamuoyunda ve medyada yaratılan panik havasında ilaç şirketlerinin rol oynadığını iddia ediyor.
Ayrıca virüsün tedavisinde George Bush hükümetinin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in 1997'den 2001'e üst düzey yöneticiliğini yaptığı Gilead Sciences'in patent haklarına sahip olduğu Tamiflu'nun kullanılması dikkat çekiyor. Kuş gribi ve H1N1 paniklerinde kendi açıklamalarıyla 5 ila 25 milyon dolar arası değerde Gilead hissesine sahip olan Rumsfeld'in bir hayli para kazandığı iddia ediliyor.

12 Ocak 2010 Salı

Twitter üzerine bazı düşünceler

Birkaç gündür ne yazsam ne yazsam diye düşünüp duruyordum, sonunda twitter'dan bahsetmeye karar verdim. Merak edip hesap açtım, olay sırf insanları takip etmekten ibaret. düpedüz röntgencilik. hadi facebook'ta da aynı şeyi biraz daha gizli kapaklı yapıyoduk ama twitter açık açık yapıyor. tabi herkesin röntgenciliğe merakı olabilir ama burada saplantıya dönüşmesi kuvvetle muhtemel. o yüzden fazla kendinizi kaptırmayınız derim ben.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Beyoğlu Beyoğlu

Bir kaç aydır Beyoğlu'nda yaşıyorum. Bu semt İstanbul'un en eski semtlerinden biri. Hatta Beyoğlu Belediyesi 1800'lü yıllarda kurulmuş. Haliyle birçok tarihi bina var. Son birkaç aydır bu binaların tepelerinde hep bir acayiplik seziyordum. Sanki fazladan bir yapılaşma var gibiydi. Gidip yerinde yakından incelemedim ama farkettim ki Beyoğlu'nda o hayranlıkla seyrettiğimiz yapıların kimilerinin üstüne kaçak kat inşa edilmiş!!

ABD araç filosunda daralma

Environmental News Network(enn.com) haberine göre ABD'de geçen yıl tarihte ilk defa olarak satılandan çok otomobil hurdaya çıkmış. 14 milyon hurdaya çıkan araca karşılık 10 milyon adet yeni araba satılmış. Bu duruma neden azalan talep ve bazı şehirlerin toplu taşıma sistemlerini geliştirmesi gösteriliyor. New York şehrinde toplu taşımada bazı hatlar kaldırılırken ve fiyatlar artarken Houston, Nashville, Seattle ve Phoenix gibi şehirlerde toplu taşıma önem kazanıyor. Araştırmayı yapan Earth Policy Institute(EPI)'dan Lester Brown dünyanın en büyük petrol tüketicisi Amerika'nın otomobil merkezli ulaşımdan daha çeşitliliğe açık bir ulaşım modeline geçmekte olduğunu söylemiş.